3 Mayıs 2015 Pazar

Geçmişin Gölgesinde

      Bir eser kaleme alınırken oldukça meşakkatli bir süreçten geçer. Yazarlar, eserlerinin her satırında, her sayfasında ince eleyip sık dokurlar. Yazarların önem vermeleri gereken faktörlerden biri de eserlerine verdikleri isimlerdir. Günümüzde okuyucu kitlesinin büyük çoğunluğu kitapların adlarına ve kapaklarına bakarak kitap almaktadır.  “Bir kitabı kapağına bakarak yargılama” sözü oldukça yerinde bir sözdür. Kitabın dış görünüşü ve kapak tasarımı içeriğini her zaman doğru bir şekilde yansıtmayabilir fakat kitabın adı oldukça önemlidir çünkü okuyucuyla eser arasında oluşan ilk bağ gizlidir içinde. ‘Erken Kaybedenler’ bugüne kadar okuduğum kitaplar arasında en etkileyici isimlerden birine sahip. İstemsizce de olsa kitaba yönelmenizi sağlayan bir adı var. Emrah Serbes’in kaleme aldığı bu eser her biri okuyucuyu kitabın kahramanıymış gibi hissettiren, kurgusuna hapseden farklı hikâyelerden oluşmaktadır.



      Kitaplarımı alırken genellikle bir ön hazırlık yapar, araştırır ve daha sonra alırım. Bir gün kitabevinde dolaşırken Erken Kaybedenler’i gördüm ve ismin büyüsüyle kitabı incelemeye başladım ve çok geçmeden kitabı aldım. Kitabın arka kapağı içeriğinden daha güzel daha etkileyici olmuş açıkçası. “Erken Kaybedenler… Yoldan çıkmış bir neslin manifestosu…” tüm kitabın özeti niteliğinde vurucu bir söz olmuş. Ergenlik dönemindeki erkek çocukların yaşamış olduğu duygu değişimlerini komik bir dille kaleme alan yazar, kullandığı kendine özgü diliyle tadına doyum olmaz bir eser ortaya çıkarmış. Yüreği yaşından büyük çocukların hayatlarını anlatan 8 farklı hikâyeden oluşan eser, kurguların her birinde kendinizi bulamasanız bile, sizi gençlik çağınıza götürecek bir etkiye sahip. Eser, bir çocuğun ailesinin olmaması sebebiyle anneannesine bağlılığını anlatan ‘Anneannemin Son Ölümü’  ve siyasi olgularla yeni yeni tanışan bir gencin hayatından kesitler veren ‘Üst Kattaki Terörist’ hikâyelerinin haricinde ergenlik çağındaki erkek çocuklarının karşı cinse olan duygularından bahseder. O yaş aralığını konu alan bir eserin başka neden bahsetmesi beklenebilir ki? Daha doğrusu, o yaş aralığındaki erkek çocukların iç dünyasını okuyucuya geçirmek isteyen bir yazar daha güzel bir konu bulabilir miydi? Kendisini ve çevresini tanımlamaya bu yaşlarda başlayan bir genç aşkı da bu çağlarında tanımaya başlar. Karakteristik altyapının henüz oluşmadığı, gelgitlerin olduğu bu dönemde aşk faktörünün de devreye girmesiyle tüm denge alt üst olabilir. Kitaptaki ‘Kimi Sevsem Çıkmazı’  adlı öykü bu durumu yansıtan güzel bir örnektir. Hikâyede alegorik bir şekilde bahsedilen apartman lambası örneği okurken düşündüren, düşündürürken güldüren etkileyici bir kesittir. Yazarın ne denli naif olduğunu gösteren “Sevilen her kadın güzel bir şarkıdır, bütün sözlerini hatırlayamazsın belki ama melodisi aklında kalır.” sözü genç nesillere öğüt niteliğinde bir sözdür yazardan. Aşkın yanı sıra cinsellikle yeni tanışan erkek çocuğunu da nükteli bir şekilde kaleme almıştır yazar. ‘Zannettiğin Gibi Değil’ ve ‘Alçakgönüllü Arzular’ hikâyeleri utançları, yüz kızarmalarını başarılı bir şekilde ele almıştır.  

     İnsanoğlunun en büyük paradokslarından biri de geçmişe duyduğu özlemdir. Bugün her ne kadar güzel anılara tanık olsa da, gelecek her ne kadar güzel günlere gebe olsa da insanoğlu her çağında geçmişine ayrı bir sevgi, özlem besler. Geçmişten bahsedilen her ortamda gözlerde bir ışıltı, yüzlerde bir mutluluk oluşur. Cemil Meriç’in “Acılar hatıralaşınca güzelleşir.” sözü bu duruma ışık tutacak nitelikte bir sözdür. Zamanın akıcılığıdır belki de geçmişi bu kadar güzel kılan, kim bilir? Çocukluktan yetişkinliğe geçen o girdaplı yıllarınızı anımsamanız adına ‘Erken Kaybedenler’ belki de en güzel tavsiye olacaktır. Geri gelmeyecek o günlerinizi tebessümle yâd etmeniz dileğiyle.




Pusula

     Toplumların zihniyetini, o döneme kadar ortaya koyulmuş eserler belirler. Kitaplar, filmler, şiirler gibi sayısız tür geçmiş dönemlerin mirasçılığını üstlenmekle birlikte geleceğe yön vermeye çalışır. Bu eserler bir harman görevi görür ve geniş çerçevede toplumların zihniyetini, özele inildiğinde ise bireylerin düşünce yapısını oluşturur. Bugün şöyle bir bakıldığında her birimizin favori filmleri, favori şiirleri veyahut başucu kitapları bulunmaktadır. Bu favori eserler, sahip olduğumuz diğer tüm yapıtlardan farklı olarak bizleri içine çekmiş ve bugün bizlerin dünya görüşünü, düşünce yapısını şekillendirmiştir. Paulo Coelho’nun kaleme aldığı ‘Simyacı’ da bu kılavuzculuk rolünü üstlenen, felsefi öğütler içeren ölümsüz bir başucu kitabı niteliğindedir.



      İnsanoğlu, hayattan beklentileri olduğu sürece vardır. İnsanın yaşamını anlamlı kılan, geçirdiği her saniyeyi değerli yapan edindiği ülküsüdür. Diğer türlü, bir ülküsü olmayan insan hayat üzerine düşünmeye, yaşamın varlığını sorgulamaya başlar ve soruların yanıtı olmayan bu dipsiz kuyu insanı mutsuz kılar. Bunun en güzel örneği yaşlılardır. Belli bir yaşa gelip de fizyolojik yetersizliklerden dolayı yaşamsal faaliyetlerini birilerinin yardımıyla gerçekleştirmek zorunda olan yaşlılar, hızlıca akan bir ömrün sonunda kendilerini bu dipsiz kuyuda bulmakta ve yaşama tutunacak bir sebep bulamamaktan ötürü kendi sonlarını kendi elleri ile getirmektedirler. Yaşlıların aksine, bir ülküsü olmasa bile gençler veya orta yaştaki insanlar daha şanslıdır çünkü önlerinde ne kadar olduğu bilinmese de hedef edinmek için zamanları vardır. Clarence Darrow’un “Yirmi yaşında bir insan, dünyayı değiştirmek ister. Yetmiş yaşına gelince yine dünyayı değiştirmek ister ama yapamayacağını bilir.” sözü bu durumu özetler niteliktedir.

    Bir ülküye sahip olmak insanı sürekli diri tutar ve yaşama tutunmasını sağlar fakat bunu başarabilmek, hedeflerin peşinden gitmek kolay değildir ve zor bir süreç gerektirir. Dönemin baskın gücü kiliseye karşı gelerek, Dünya’nın sabit olduğuna inanan papazların aksine, Dünya hem kendi etrafında hem de güneşin etrafında dönüyor diyen Galileo, kiliseye aykırı görüşleri yüzünden çıkarıldığı idam sehpasında bile ülküsünden vazgeçmemiş ve fısıldayarak da olsa “Ama Dünya yine de dönüyor” demiştir. Galileo’nun iradesi ve kararlı duruşu er ya da geç onu haklı çıkarmıştır. Tarihte, bu örnekte olduğu gibi hedeflerinin peşinden koşan birçok insan var olmuş ve başarılmış ilham verici sayısız hikâyecik meydana getirmişlerdir. Hiçbir hayat hikâyesi yoktur ki hayallerin peşinden koşulmuş, tökezlense bile vazgeçilmemiş ve sonunda başarıya ulaşılmış olmasın. Kitabın ana karakteri Santiago da, karşılaştığı her türlü zorluğa göğüs germiş ve tüm o çöl yolculuğunun sonunda İspanya’da -bir zamanlar koyun otlattığı- o kilisenin bahçesini kazmış ve hazineye ulaşmış.

     Bizi biz yapan, yaşamlarımızı değerli kılan hedeflerimizdir. Gündelik hayatlarımızın sıradanlığının yanı sıra her birimizin eğrisiyle doğrusuyla bir hedefi, peşinden koştuğu bir ülküsü vardır. Kimimiz vizeleri, finalleriyle uğraşan öğrenci, kimimiz yoğun tempoda çalışan bir baba veyahut çocuklarına bakan bir anneyiz. Üzerimizdeki sorumluluklar bile bizleri yeterince yormakta, bizlerin enerjisini almakta ve ideallerimize ulaşmamızda bir engel niteliğinde fakat hedeflerimizi değerli kılan bu zorluklardır. Albert Einstein’ın “İnsanı ayakta tutan iskelet ve kas sistemi değil, prensipleri ve inançlarıdır.” sözü bu durumu özetler niteliktedir. İnsanlığın başlangıcından bu yana milyarlarca insan yaşamıştır fakat Galileo gibi sayılı isim şu an başarı hikâyeleriyle anılmaktadır çünkü onların inandıkları ülkü uğruna kendi canlarını ortaya koymaları, tek bir gün tökezlemeden ilerlemeleri, karamsarlığa kapılmadan doğru bildiklerini haykırmaları onları başarıya ulaştırmıştır ve bugün onları ölümsüz kılmıştır. Belki de tarihten çıkarılacak en büyük ders bu olsa gerek. Hedefleri uğrunda mücadele eden, çıktığı yoldan geri dönmeyen her insan yolun sonunda başarıya ulaşmaktadır. Sahip olduğunuz hedefler, edindiğiniz ülküler uğrunda tek bir gün bile karamsarlığa kapılmadan başarıya ulaşmanız dileğiyle.